Müzik ruhun gıdası
Ruhun gıdası müzik. Peki. Sanatta sunulduğu şekliyle duygu, sözcükler ve deneyimler arasında kurduğumuz gündelik ve kanıya dönüşmüş bağlantıları yıkar. Deleuze’e göre gündelik kanıların, kavramları zaten bilinen biçimlerine nasıl genellediğinden ve indirgediğinden daha önce söz etmiştik. Deleuze ayrıca gündelik kanının sınırlayıcı olduğunu da öne sürer, çünkü gündelik kanı dil aracılığıyla enformasyon ve iletişim olarak paylaşılabilecek ortak bir dünya olduğunu varsayar. Üstelik kanı mevcut ve ortak bir dünya varsaymakla kalmaz yalnızca, yanı sıra düşünmenin rasyonel algılayıcılar arasında dağıtılmış aynı “doğru” biçime büründüğü bir sağduyuyu da varsayar. Kanı veya doxa duygu ve kavram arasında, gördüğümüz şeyle söylediğimiz şey arasında veya duyumsanabilir ile kavranabilir arasında dolaysız bir bağlantı kurar.
Kanı sanki dünya hepimizin paylaştığı bir ortak dile ve deneyime kolaylıkla tercüme edilebilirmiş gibi konuşur. Peynir örneğimize dönelim. Bir kişinin akşam yemeği sofrasına gorgonzola (küflü İtalyan peyniri) getirdiğini ve kokunun burun deliklerimi (bir duygu olarak) rahatsız ettiğini düşünün. “Bundan hoşlanmıyorum” demekle kalmam yalnızca, “Bu yemek değil” veya “Beğenisi ne olursa olsun hiç kimse bunu yemez” de diyebilirim. Duyusal bir duygudan –kokudan irkilen bedenim- doğrudan doğruya bir kavrama geçerim –bu peynirin “kötülük”ü. Kanı söz konusu olduğunda hepimiz duygular ile kavramlar arasında aşırı kolay bir şekilde gider geliriz.
Örneğin korkunun veya sıkıntının (Dickinson ve Pinter’a dönersek) sınırlarını ve konumlarını çoktan belirlemiş gibiyizdir sanki. Ama sanat önümüzde tamamen yeni duygu olanakları açabilir: dehşetin bir saat imgesinden doğru görülmesi veya sıkıntının genel olarak hayatı ele geçirmesi. Hayatın amaçları bakımından gündelik düşünme bir tür kestirme yol gibi işlerlik göstermek zorundadır. Son derece karmaşık bir algılar akışından fark edilebilir ve yinelenebilir nesneleri algılama eğilimindeyimdir.
Müzik ruhun gıdası
Zamanın akışını oluşturan küçük farklılıkların hepsini algılamam. Bunu aynı olan geniş bir nesne olarak görürüm. Kendimi algıların akışı olarak değil ama bir kimliğe/kendiliğe sahip bir kişi olarak kabul ederim. Dolayısıyla, verileri deneyimlediğimde -örneğin, renk, ses veya doku gibi- onları gündelik kavramlara tabi kılarım. Sanat ise başka bir yönde işlerlik gösterir. Deneyimin düzenli akışını bozarak tekilliklere böler. Minör edebiyata ilişkin bölümde bunun edebiyat sanatında nasıl işlediğini ele alacağız. Bir sonraki bölümde, bir görsel sanat örneğini, sinemayı ele alacağız. Deleuze her sanat biçiminin kendi özgül gücü olduğunda ısrar eder.
Basitçe bütünlüklü, birleşik bir düşünen öznenin var olduğunu varsayamayız. Özne ister felsefe ister sanat ister bilim yapıyor olsun, her zaman aynı öznedir. Özne için ruhun gıdası müziktir. Bütün sanat biçimlerinin ortak bir temeli olduğunu da varsayamayız. Kabul edebileceğimiz tek şey sanatın bilgiye dair olmadığıdır; “anlamlar” aktarma veya enformasyon sağlama gibi bir amacı yoktur sanatın. Sanat verileri daha kabul edilebilir veya tüketilebilir hale getirmek için kullanılan bir süsleme veya üslup değildir basitçe.
Sanatın da anlamları veya mesajları olabilir elbette, ama sanatı sanat yapan, içeriği değil duygusudur; içeriği üretmesini sağlayan duyusal güç veya üsluptur. Sözgelimi, bütün istediğimiz öykü veya ahlaki mesaj olsaydı niçin iki saatimizi sinemada bir filmi izleyerek geçirirdik ki? Diğer işlevlerle ne kadar çok iç içe geçerse geçsin, sanatta üsluplar ve duygular ürettiğimiz gerçeği düşünmenin yapabileceklerine dair bir şeyi açığa vurur: zihinlerin yalnızca enformasyon veya iletişime yönelik makineler olmadığı, ama duyguyu arzuladığımızı ve duyguyla çalışabileceğimizi.
Marcus Miller’ın Come Together yorumu da çok besleyicidir:)
Hepsi birbirinden besleyici hakikaten 🙂